ÇANAKKALE GEÇİLMEZ, GELİBOLU GEZİLİR
2003

‘Prolog’:
Geçen sene üst üste gelen bazı olaylar öyle bir denk gelip beni olmadık bir şekilde etkiledi ki, daha birkaç ay öncesinden, “önümüzdeki sene Gelibolu’yu anmaya ben de gelmeliyim” diye adeta bir and içtim.

Kedimiz Sümbül’ün ölümcül olarak zehirlendiği, kardeşimin de acil bir apandisit ameliyatı geçirdiği üzücü ve yıpratıcı bir haftaydı. Tam da o günlerde, Avustralyalı meslektaşların ziyareti kapsamında Şehir Plancıları Odası’nın düzenlediği bir atölye sunuşunda gönüllü görev yapıyordum. Ve Avustralya Büyükelçisi Bay Jonathan Philp’in söylediği sözleri tercüme ederken, belki ilk defa bu konu dikkatimi çekti:
Avustralya ve Türkiye’nin paylaştığı ortak bir nokta, aynı olayla ulus kimliklerinin ve bilinçlerinin oluşmuş olmasıydı.

Emine taburcu olup eve geldiğinde, Mel Gibson’lı Gallipoli kasedini videoya koydu. Ailecek seyredip yorum yapmaya başlayınca, söz Buket Uzuner’in Gelibolu – Uzun Beyaz Bulut kitabına geldi. Bunu da raftan indirdik, ve o akşam ben okumaya başladım. Zaten hüzünlü ve hassas ruh halimle, hikaye daha bir içime işledi… Bir hafta kadar sonra, ofis erkanıyla birlikte İsviçre Büyükelçiliği’nde bir kokteyle katıldık, orada da Avustralyalı bir diplomatla ayaküstü muhabbetimiz, onun her yıl adeta bir hac gibi oraya yaptığı ziyareti anlatması, tam bam teline basmış olmalıydı, ki ben de “bu saate kadar neden gitmedim ki zaten, bu bir vatandaş olarak yapılması gereken bir şey” diye düşündüm. Bunları ancak yabancılarla temas halindeyken farketmek, biraz buruk bir ironi taşıyor…

Benim de bu girişimler sırasında tam olarak öğrendiğim bilgileri, bilmeyenler için vereyim: Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rusya cephesine yardım göndermek için boğazların yolunu açmak isteyen Müttefik Kuvvetler, İngiliz General Ian Hamilton komutasında, 18 Mart 1915 günü zamanının en büyük deniz saldırısını gerçekleştirdi. Ancak Türk kuvvetlerinin Çanakkale Boğazı’nın iki yakasındaki bataryalarından yaptıkları savunma ve özellikle Nusret Mayın Gemisi’nin döşediği sürpriz mayınlar sonucu, üç zırhlısı batan Müttefik Kuvvetler büyük bir bozguna uğradı. 18 Mart Zaferi, Türkler tarafından her sene törenlerle anılır. 25 Nisan 1915 ise, deniz yolunu açamayınca kara saldırısını denemeye karar veren düşman ordularının, Gelibolu Yarımadası’na güney ve batı sahillerinden çıkarma yaptıkları ilk gün, ve aylarca sürecek, lojistik olarak çok üstün oldukları fakat çok inançlı savaşan ve iyi organize edilmiş (Mustafa Kemal…) olan Türk tarafının bir türlü geçit vermemesi sonucunda yenilgiyle çekilecekleri, çetin bir savaşın başlangıcı olarak, hem Türk hem yabancı (yani esasen Anzak ve biraz İngiliz ve Fransız) milletlerce anılan bir tarihtir.

18 Mart ve 25 Nisan törenleri hakkında çevreden aldığım bilgiler ve diğer işlerin denk gelişi, 25 Nisan dolaylarında bir ziyaretin yolunu açtı. Çeşitli arkadaşlarla yapılan ama bozulan plan taslaklarından sonra, Annem Şahika Hanım, zaten ta ilk başta (genetik bir hadise sırasında) bana geçirdiği ama esas kendisinde bol miktarlarda bulunan,  gezme – görme – macera hevesi kabarınca, benimle gelmeyi kabul etti. Ve böylece, aşağıdaki zamandizinsel olaylar silsilesini yaşamaya başladık:

23 Nisan Çarşamba akşamı:
AŞTİ’den Çanakkale’ye doğru Truva Seyahat ile çıkılan otobüs yolculuğu.
22.30 seferinin varış saati hakkındaki aldatmaca. (Bize sabah erken varır demişlerdi, ama meğersem 06.30’da varan 20.00 otobüsüymüş. Törenlere yetişebilecek miyiz?..)

24 NİSAN PERŞEMBE
Sabah:
Çanakkale otogarında Oto Miller’den Macit Bey’le buluşma, Pallio’yu teslim alma.
Beraber feribota binmeden önce Askeri Müze ve Çimenlik Kalesi’nin çevresinde (Kale-yi Sultaniye) kısa bir tur.

Feribotla Kilitbahir’e geçiş, Macit Bey’den ayrılış.
Arabayı Annem sürüyor.
Kilitbahir Kalesi’nden geçerek (surdaki kemerli kapıdan, tabyaların yanından) güneye doğru iniyoruz.

Fatih Sultan Mehmet, Avrupa tarafında yani yarımada kıyısındaki Kilitbahir kalesini, Anadolu tarafındaki Kale-yi Sultaniye ile birlikte 1453 fethinden kısa süre sonra yaptırmış. Kalp şeklinde bir kale, Kilitbahir = kilid-ül bahir, yani denizin kilidi,  – bu etimolojik Osmanlıca oyunlarına bayılıyorum… – hakikaten de Çanakkale Boğazı’nın en dar geçiş noktasında, boğazı geçişin kilidini kalbinde saklıyor.

Soğanlıdere’deki, Güven – Vicdan Nil ‘malikane’sine varıyoruz. Güven Bey’in yeğeni Handan Hanım, eşi Alpaslan Bey ve küçük Ka(ğ?)an ile tanışma.

Rahmetli Güven Bey, babamın lise arkadaşı, burada bir bağ yetiştirmişler, Clinton geldiğinde sunulan Serafin şaraplarının üretildiği yerin ya burası ya da bu civarlarda bir yer olduğunu hatırlıyor gibiyim. Gelibolu ile ilgili okuduğum malzeme arasında, bazı haritalarda bu civarda bir ‘Serafim Çiftliği’ adı geçiyor… Yani o şarabın kökeni bu yarımadanın bir mevkii olmalı… Bu arada, bu güzel bağ evinde kalış imkanımız, otel odaları tıklım tıklım dolu bir Çanakkale’de, Valide Hanım’la seyahat etmemin önemli bir avantajı oldu… Gelibolu yarımadası ve Çanakkale şehri, yılın sadece birkaç günü de olsa muazzam bir Anzak ziyaretçi ordusunu ağırlıyor – 1915 yılının aynı tarihlerinde kıyılarımıza çıkarma yapan Anzak ordularının torunları, hala geleneği sürdürüyorlar, ama çok farklı bir formatta tabii!!.. Bu savaş çıkarmasının bir barış çıkarmasına dönüşmesi, kulağa klişe de gelse, gerçekten etkileyici ve müthiş dersler içeren bir olay. Durup düşünmek için bol fırsatım oldu… – Gelibolu Barış Parkı Yarışması sekreteryasında, Raci Bademli hocamızın yanında çalışan bölüm arkadaşlarından Burak’ın anlattığına gore, bölgedeki turistik altyapı, kesinlikle bu talebi kaldırabilecek düzeyde değil. Yarışma bürosu olarak, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ile birlikte ‘çadır-otellerin’ kurulacağı kamping alanlarını belirlemekte görev almışlar.

Sevgili Deniz arkadaşımın (gezgin.com’un iziz’i) kanalıyla elde ettiğim, Avustralya Büyükelçiliği’nde çalışan annesi Minnow Hanım’ın faksladığı Anma Törenleri programından öğrendiğimize göre, sabah 09.00’da, Şehitler Abidesi’nde törenler başlıyordu. İşlerimizi halledince 10’a doğru oraya vardık. Protokol eşrafı, tam konuşmaların yapıldığı, tören alanının abide önü tarafından ayrılıp müzeye geçiyordu. Etrafta dolanıp onların ardından biz de girdik. Müzede muharebe tarihinin ana hatlarını anlatan şemalar, belgeler ve birçok savaş kalıntısı obje sergileniyordu. Tören alanında, izcilerin geçidi, beraber anı fotoğrafları çektiren kalpaklı muharip çocukları, üniformalı Anzak (Anzak / A.N.Z.A.C. = Australia and New Zealand Army Corps) askerleri, bizim askerler, erler, komutanlar, çocuklar, Anzak turistler, mehteran gösterisi ve diğer şeylerin imgeleri arasında dolanan birkaç saat geçirdik.

Gezi sırasında birkaç defa fırsat bulacağımız üzere, orada görevli bazı subaylarla sohbet ettik, yol yordam öğrendik. Fransız ve İngiliz anıtlarına gitmeden once, bize tavsiyeleri doğrultusunda biraz bekledik. Bir yandan yanımızda getirdiğimiz sandviçlerimizden yiyerek, denize karşı kayalıklarda oturup boğazı seyrettik.

Gelibolu muharebelerinde, ölü – yaralı – savaş sırasında kaybolanlar toplamı olarak, bizim 250.000’lik zaiyatımızın yanında, müttefik orduları da 200.000 İngiliz, 40.000 Fransız, 20.000 Avustralyalı, 4-5.000 Y.Zelandalı, ayrıca Kanadalı, Hintli ve Fransız sömürgesi Kuzey Afrikalı askerlerden oluşan 280.000’lik büyük bir kayıp vermiş. Gelibolu Yarımadası’nın, halen topraklarında bilinen mezarı olmayan binlerce ceset barındıran dar bir kara parçası olarak, dünyanın en yoğun savaş ölüsü gömü alanlarından biri olması, sıkı bir gerçek…

Öğleden sonra:
Fransız Anıtı’na doğru yol alırken, yolun kenarında bir çeşme başında durduk, yüzümüzü yıkayıp ferahladık, sonra anıtı bulduk ve arabayı park ettik. Çok sessizdi. Ağaç altında kestiren jandarma erlerini kazara biraz rahatsız ettik, Fransız olduğunu düşündüğümüz 3 kişilik bir kiralık oto heyeti gördük. Daha sonra yine yolda gördüğümüzde geçiş önceliği vererek selamlaştığımız sempatik tiplerdi.

Bir sonraki durağımız, Seddülbahir’deki İlk Şehitler Anıtı oldu.

(25 Nisan kara çıkarmasından, hatta 18 Mart deniz muharebesinden daha önce, Kırım sahillerini topa tutarak Osmanlı’yı savaşa sürükleyen Alman gemilerine misilleme olarak, İngiliz donanması, yarımadanın güney ucundaki bu bölgeye bombardıman yaptı; bu sırada burada şehit olan 5 subay ve 81 erin anısına bu anıt dikilmiş.)

Çok mütevazı bir anıt, fakat üzerindeki yazıların özlü bilgileri, beni etkilemekte başarılı oldu… Mütevazı ama etkili… sanırım Türk ordusunun Gelibolu savunması da böyleydi.

Anıtın yanındaki kafenin tuvaletine uğradıktan sonra, araba park yerinden İstanbul plakalı arabasının yanında meraklı bir beye rastgeldik: buraları iyi bilen gezgin ruhlu Bülent Bey, bizi Seddülbahir’in (sed – ül – bahir = bakın bu da denizin seddi anlamına geliyor, ne hoş değil mi?) küçük balıkçı koyuna bakan Konak Kafe’de bir çaya davet etti (sanırım Şahika –Hanım’ın şarmı yine iş başında!!), ikramları bize çok güzel küçük bir kız yaptı. Bülent Bey’den Alçıtepe’deki Salim Mutlu Koleksiyonu ile Zığındere şehitleri hakkında bilgi aldık. Gezerken yolda karşılaşılan insanlardan yerel bilgi almak bir nimet…

Seddülbahir’den ayrılıp, batıya doğru giden yol üstünde Yahya Çavuş Anıtı’na uğradık.

Gerçek mi diye sorguluyor insan, ama doğaüstü olayların hikayeleriyle bezeli bu coğrafyada bazı şeyler mümkün galiba, diye de dinliyor: Yahya Çavuş, takımının komutanları düşünce geriye kalan 67 erle birlikte, 2.000 kişilik İngiliz taarruz grubuna direnmiş; hatta İngilizler bir tümenle karşı karşıya olduklarını sanıp karargahlarına böyle bildirmiş. Bunun anlamı, askeri birliklerin kademelerini öğrenince netleşiyor: Ordu – kolordu – tümen (fırka) (10.000 er) – tugay (liva) – alay – tabur – bölük – takım (en küçük birlik). Olay, Yahya Çavuş hikayesi hakkında (Nail Memik’çe) yazılan şu şiirde de yansımış (Gelibolu, bir şiir diyarı…):

Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuştular.
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular.
Düşman tümen sanırdı bu şaheser erleri.
Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.

Anıtın yanıbaşında, örnek olarak bırakılmış bir kısım siperler var. Az ileride, satış standları turistik eşya satıyor, bunların çoğu kötü bir işçilikle yapılmış. Kafataslarından oluşan bir desenle yapılmış kül tablası, iki Anzak turistin ‘herhalde ölülerin anısına!’ cinsinden soğuk ve sulu şakasına davetiye çıkarıyor… Birkaç rehber kitap da var, birini alıyoruz. Tur otobüsleri, bu alanı oldukça kalabalık bir hale getirmiş.

İngiliz Anıtı’na (Helles Monument) yürüyüş – Bir otobüs dolusu turist (Anzak mı İngiliz mi? herhalde İngiliz olmalı), basamaklarında hatıra fotoğrafı çektiriyor. Dikilitaş çevresindeki taş duvarlarda Singh soyadlı bol Hintli ismi göze çarpıyor. Savaşa karışan değişik milliyetleri hatırladıkça, başkasının savaşına alet olmuşluk duygusunu nasıl yaşadılar diye soruyor insan, ve Müslüman ve Senegalli düşmanların, Osmanlı’daki din kardeşliği kavramını sarsmaya katkısı olduğunu okumak da düşündürüyor. (Gelibolu, düşüncelere dalma diyarı…)

Kısa bir sure sonra varıp önünde arabamızı parkettiğimiz Alçıtepe – Salim Mutlu Koleksiyonu, ev yapımı bir müze! Her tür nesne, zavazingo var. Duvara asılı kurumuş kurbağa ve yılanlar, yepyeni bir Anzak şapkası, bir Anzak torunun hediyesi asker tüfeği, bir sürü ama bir sürü mermi, mermi kovanı, mataralar, botlar, mektuplar… İlginç hatıralar. Amatörce, canlı. Bülent Bey’in anlattığına gore, bizim vatanperver Salim Mutlu Bey Amca, 1980 darbesinden önce burada gördüğümüzden çok daha esaslı bir koleksiyon sahibiymiş, fakat darbede tümüne el konmuş; adam baştan başlamış toplamaya…

Alçıtepe, yarımadanın güney ucuna yakın, içerlek bir köy (belki artık kasaba). 18 Mart deniz saldırısı bozgunla sonuçlanınca, müttefiklerin kara saldırısı başlatma kararına istinaden, 25 Nisan günü saldırının yapıldığı 2 ana sektörden biri Seddülbahir sektörüydü (diğeri daha kuzeyde, batı kıyılarındaki Anzak sektörü). Bu saldırı, Alçıtepe’ye kadar başarıyla ilerleseydi, müttefikler için kritik bir avantaj sağlanacaktı. Bizim Mehmetçik buna izin vermemiş…

Kabatepe yolunda sıralanan anıtları görmeye koyulduk. Bunu en çok kullanılan yoldan değil de deniz kenarından, batıdan giden yol üzerinden yapmaya karar verdik. (Robert Frost: Two roads diverged in a wood, and I- I took the one less traveled by, And that has made all the difference.    Gezgin.com’un özdeyişler satırında bu dize de yer alıyor, dikkatinize… Tüm şiir için bkz. http://www.robertfrost.org/indexgood.html. Her neyse:)

Solda deniz, çevrede  çamlar, çimler… Hasta ağaçlar? Bazı ağaçların dallarında garip kozamsı şeyler farkettik. Sonra okudum ki yine bir yerde (ah şu okuduklarımın yerlerini hatırlayabilsem hep…) Gelibolu’ya yanlış ekim yapılmış, meğersem çam olmazmış… doğru mu bu, Allah Allah… araştıracak vakit ve enerjim olsa keşke… bilen söylesin… Son Ok Anıtı, Nuri Yamut Anıtı. Ama en çok Zığındere Sargıyeri Şehitliği’nde ben bir matem sessizliğini ve ağırlığını hissettim.

Zığındere Vadisi’nde, her iki taraftan yaralıların toplandığı bir bakım merkezi (sargı yeri) kurulmuş. Bir İngiliz zırhlısının bombardımanı, 40.000 yaralı barındıran bu alanı yerle bir etmiş, büyük bir kıyım olmuş. Dünya basınında geniş bir tepki de toplamış, ama anıttaki yazıtlardan birinde yazdığı üzere, ‘iş işten geçmiş’… Savaşın kör katliamı.

Kabatepe Tanıtma Merkezi – Geometrik şekilli, biraz hantal kütleli, ama değişik bir yapı; güzel çevre düzenlemesi yapılmış, önünde de ulusal yarışma ile tasarlanmış bir parkı var. İçeride, Şehitler Abidesi’ndekine benzer, biraz daha kapsamlı bir savaş kalıntıları müzesi gezilebiliyor. Gelibolu Barış Parkı Planlama Bürosunun hazırladığı haritalardan birer tane aldık. Bu arada 1994’te yarımadada çıkan büyük yangında şehit olan Orman Müdürü Talat Göktepe’nin hikayesini öğrendik. Kendisinin de Conkbayırı’na yakın bir anıtı var. Orman görevlileri de ormanları savunurken ölürlerse şehit sayılırlarmış… Gelibolu uğruna can vermeler 1915’te bitmemiş, anlayacağınız, hala sürüyor.

Arabayla tekrar yola çıktık. Sedat Yüzbaşı’dan yollar hakkında bilgi aldık. Anma törenleri kapsamında ziyaret edilen belli başlı noktaları bağlayan karayolu güzergahını, tek yönlü bir ring rotası olarak düzenlemişler. (Ancak bu rotaya sıkı sıkı uyulduğuna pek tanık olmadık…) Bu ringe gore hareket ederek yola koyulduk, yani haritada saat yönünün tersine, önce doğuya (Eceabat’a doğru), Bigalı köyüne saparak, ve oradan kuzeybatıya Anafartalar’a doğru devam ederek. (Anafartalar, Küçük Anafarta ve Büyük Anafarta adlı iki köyün genel adı.) Ama sonra Anafartalar’a varmadan, ana yolu terkettik ve bir önceki sol sapaktan batıya, Conkbayırı’na çıktık.

Oradan güneybatyıya çapraz kestirme yaparak Tuz Gölü ve Anzak Koyu’nu ‘baypas’ geçtik, direk Kabatepe mevkiine döndük. (Bu kadar yer ismiyle karşı karşıya kalınca artık harita açıp bakmak zorunda hissederseniz şaşırmam!…)

Bigalı Köyü – Atatürk Evi. Atatürk’ün karargah olarak kullandığı mütevazı bir köy evi, güzelce onarılmış. Bizi içeri alan, biletlerimizi kesen ve etrafı gösteren, komşu evde yaşayan köylü kadını, Rebia Akgün. Artık dikkatimizi çekmeye başlayan genel eğilime uyar şekilde, bu hoş yüzlü kadının da gözleri maviydi. Daha sonra Annemle aramızda, buradaki halkın göçmen olma ihtimali yanısıra, acaba hakikaten de Buket Uzuner’in kitabında olduğu gibi, Anzaklardan bazıları aramıza karışıp genlerini bizim potada erimeye mi bırakmış diye sorup gözlerimizi kırpıştık. 

Atatürk Evi’nde, üst kattaki yatak odasında, Atatürk’ün muhteşem ipek pijamalarını gördük. Bunlardan birden fazla takım olup, aralarında Yokohama’dan gelme olanı bile vardı! (Adam iyi giyinmesini biliyormuş, Allah için… Ve bunu cephede bile ihmal etmiyor muydu?..) Kabatepe Tanıtma Merkezi’nde değişik milliyetten asker üniformaları da sergileniyordu, o da ilginçti. (Bu üniforma meselesi hakkında, daha sonra törenleri izlerken bir şey ilgimi çekti: Anzaklar, dedelerinin savaşta giydiklerinin aynısını bugün de giyerek Gelibolu’ya geliyorlar; halbuki bizim üniformalar tamamen değişmiş – yepyeni bir rejim, yepyeni bir devlet olmuşuz, haliyle bu da olacaktı, ama durup düşündüğümde, özellikle de ertesi gün 57. Alay Şehitliği’ndeki törende kostüm canlandırması yapan ‘1915 Türk eri’ genç adamları görünce, bunu oldukça ilginç buldum.)

Atatürk evinin dışında, sokakta oturan kadınlarla sohbet, resim çektirmece, satış standından bir – iki parça almaca seanslarından sorna, komşu arsadaki yıkık eve baktık. İstanbullu bir iş adamı satın almış, oradakilere burayı ne yapayım diye sormuş. Sokaktakiler, mimarlık bürosunda çalıştığımı öğrenince, bana gösterdiler. Ahıra benzeyen ek binayı çok güzel buldum, muntazamdı, ayrıca avlu duvarının tepesini, bir nevi harpuşta gibi sıralanmış çalı çırpı ile örtme gelenekleri de bir değer sayılır diye düşündüm.  Kafe – pansiyon yapmalarını önerdim, zaten düşünmüşler. Telefon numaralarımızı birbirimize verdik.

Köylüler tarımla uğraşıyor, devletin ilgisizliğinden yakınıyorlar. (Ankara’dan geldiğimizi duyunca, “Ankara sesimizi duymuyor” diyerek dertlerini anlatmaya başladılar.)

Bu bölgeler, sıkı koruma altında. Tarihi Milli Park, bazı kısımları sit alanı, v.s. Gelişme kısıtlanıyor tabi. Anlaşılır ve gerekli bir tavır ve kaygı, ama koruma kararını alan yetkililer, köyleri de fakir bıraktıklarının farkına varıp somut çözümler üretebilmeli. Güven Nil’in ve benzer düşüncedeki diğer bazılarının bölgede şarapçılığı geliştirme yönündeki atılımları, daha sonra tanıştığımız Orman Bölge Müdürü İsmail Bey’in takdir ettiği ve daha çok olmasını dilediği türden çabalar olarak ortaya çıktı.

Kısa ama sıkı sayılacak bir Conkbayırı turu yaptık. Conkbayırı civarında, engebeli ve orman kaplı topoğrafyanın yumuşak kıvrımları arasında serpiştirilmiş muhtelif anıtlar görülüyordu. Bunlar arasında en öne çıkan, Conkbayırı Atatürk Anıtı olsa gerek. Yanında da Mareşal Fevzi Çakmak’ın kardeşinin anıtı var. Yakında bir Mehmetçik Anıtı, Conkbayırı’nın en yüksek tepesindeki gözetleme platformu gezilebiliyor.

Conkbayırı’nın, Gelibolu muharebesi içinde efsaneleşmiş diyebileceğimiz, stratejik özelliğini ve belki de elde edilmesi en pahalı bölümü olma ünvanını neden taşıyor, o platforma çıkınca gördük. Her yere hakim, enfes bir manzara sunuyordu. Puslu akşamüstü güneşinde doğuya, Çanakkale Boğazı’na mı baksak, yoksa dönüp de kuzeybatıda, Anafartalar istikametindeki Tuz Gölü, Suvla Koyu ve Ege Denizi’ne mi, doğrusu şaşırdık… Bu yüksek rakımda, rüzgar uğultusundan başka pek bir şey duyulmayan yerde bu denli rahat durabilmemizin ardındaki tarihi düşünmek için yine son derece uygun bir fırsattı. Bu ortama katılmış tek aykırı renk, orada konuşlanmış birimdeki tuhaf tipli polisler oldu. Bize karşı olan ilginç genel tavırlara onlar da katkılarını sağladı – bizi hem nereden çıktığı belirsiz tipler olarak garipsiyor, hem de ‘iki tatlı ve zararsız bayan!’ olarak geçiştiriyorlardı sanırım…

Avustralyalılar’ın esas ziyaret yeri olan Lone Pine Anıtını bu esnada biraz teğet geçtik. Nedense ertesi gün de oradaki törenleri atlamamız yüzünden, Gelibolu’da rastladığımız her deliğe girip çıkan bizlere, iki seferde de burasına yakından bakmak nasip olmadı!

Akşamı:
Artık ilk gün turları tamamlanırken, gezgin.com’cularımızdan Murat ‘Pegasus’ Ceylan’la cep telefonu bağlantısı kurduk, ve saat 19:00’da Eceabat’taki Atatürk Anıtı önü için randevulaştık. Murat hakkındaki ilk izlenimlerim, ukala ama yardımsever oluşuydu. (İki Anzaklı çocukla birlikte İstanbul’dan başlayarak yaptığı Türk –Anzak Dostluk Yürüyüşünün tertipleyicisi olarak Valilik’ten (?) aldığı plaketin havasını bize iyi attı yani!) Fez Travel’la çalışan bir arazi rehberiymiş. Gezi sonunda ise, çok canayakın ve harbi biri olduğunu düşündüm. Daha sonra, Anzak Yürüyüşü konusunda vuku bulan birtakım tatsızlık / tersliklere karşı protestosu oldu – bunun da yazık olduğunu düşündük, Annemle.

Murat’la buluştuğumuz şehir meydanından yürüdüğümüz, deniz kenarı – cadde boyu lokantalarda yemek yiyen ve sokaklarda gezinen bir sürü genç Anzak ile, buna yönelik olarak hemen gelişivermiş olan tişört v.s. sektörü, Eceabat hakkındaki esas izlenimler oldu. Biz de yemek niyetine pideci Gül’ün iki yanındaki lokantada, maalesef beyaz floresanlar altında tatsız tuzsuz bir ‘ev yemeği’ yedik.

Akşam 21:00’a doğru Nil evine dönüş, Handan Hanımlar’la biraz sohbet, günün kirlerinden güzel bir duşla kurtuluş!
23:00’da yatış.

25 NİSAN CUMA

Sabahın körü:
03:00’da, büyük bir misyon duygusuyla yataklarımızdan bir fırlayış gerçekleştirdik; son derece hızlı bir şekilde giyinip, hazırlanıp çıktık. Keşke iş günlerinin sabahlarında da böyle fırlayabilsem!

Arabayla Kabatepe’ye kadar gittik. Yollarda jandarma erleri tarafindan durdurulmalara artık alışmıştık! Hayatımda hiç bu kadar sık ne arabaya inip binmişimdir, ne de asker tarafından durdurulup sorguya çekilmişimdir. Ama rahatsız edici değildi, hatta gayet ilginç ve insancıl geldi…

Mecburen 500 m – 1 km gibi bir mesafeyi annemle iki başımıza yürüdük. Zifiri karanlıkta, yıldızların muhteşem parlamasını izledik, tıpkı 2001’de Nemrut Dağı’nda olduğu gibi (bkz. Güneydoğu Anadolu’da bir Ege fasikülleri)… Allah’tan bu sefer ayağımız bir çukura girip burkulmadı. Tecrübeleniyor muyuz ne?..

Bir kontrol noktasına vardık. Çorumlu kontrolör askerin sempatisi yanısıra, bir de orada tanıştığmız Orman Bölge Müdürü İsmail Bey’in Anneme olan ilgisinden bahsedebilirim! Bu ilgisi kadar da bana olan ilgisizliğinden! :/  Annemin ise İsmail Bey’in ismini sürekli unutması ve benim ona hatırlatıyor olmam da ayrı konu!… Sağolsunlar bizi resmi araçlarıyla Anzak Koyu’na kadar bıraktılar; artık bu son etabı yürümeye kalkışsaydık hiç iyi olmazdı…

Bu arada Fez Bus’ı bulduk. Birtakım Anzaklar arasında Murat’ı da bulduk. Murat bizi Burcu adlı rehber arkadaşına emanet etti.

Anzak Koyu’nda Şafak Ayini için gelmiş müthiş bir kalabalık vardı (geçen senenin üçte biri kadar olsa bile, 5.000 gibi bir ziyaretçi sayısından bahsediyorlar…); yerlerde uyku tulumları ve battaniyeleriyle yan yan serilmiş Anzaklar diziliydi. Kahve standından alınan felaket bir kahve, anında oluşan sıcak muhabbet, video çekimi, ve protokol alayının yerlerine geçişini izlememizin ardından, törenler, konuşmalar başladı.

Duygulu konuşmalar, şiir okumalar, çok dokunaklı bir de dua seansı oldu. Bu arada, bizim gibi gelmiş Türk gruplar dikkat çekiyordu. Maalesef bunlar arasında, fazlaca gürültü yapıp gülüşen birtakım Türk gençlere de çattık. Herkesin sinirlenmesi ama ‘Batılı’ terbiyeleriyle sessiz kalması yanında, Annemle benim dayanamayıp onları birkaç kez uyarması ve sonunda olay yerinden kaçırması üstüne, bize teşekkür eden Anzaklar oldu. Hem utanç hem garip bir dayanışma hissini nasıl duyarsınız? Benim yanımda duran orta yaşlı hoş bir bey vardı. Daha sonra gün ağarınca çok kısaca selamlaştık. Anzaklarla muhabbetimiz, otostop olayımıza kadar oldukça kıt oldu.

Gündoğumu:
Günün Sfenks kayası üzerinden ağarması ile birlikte, yavaş yavaş güneye doğru yaklaşık 3 km.lik dönüş yürüyüşü başladı. Dingin sabah denizi eşliğinde, yolda bizimle beraber bir sürü sırt çantalı genç ve biraz da daha yaşlı Anzak, bir parça da Türk vardı. Bir Anzak anne ve iki minik çocuğunu farkettik. ‘Onlar bu yolu yürüyebiliyorsa, biz de yürüyebilmeliyiz pekala!’ diyerek Annemle birbirimizi motive ettik.

Kabatepe’ye vardık. Tam varırken Murat ve Fez Bus çıkageldi, bizi aldı. Fez Travel tişörtü verdiler, eliaçık-gönlü-bol Fezci dostlarımız .

Arabamıza binip, günün programını saptamaya çalıştık. Eceabat’ta otobüs bileti değiştirme işimizi halledip, belki kahvaltı yapmaya, oradan da 09:00 civarındaki Conkbayırı törenlerine yetişmeye karar verdik.

Eceabat’ta denize nazır bir kıraathanede adeta güneşle yıkanan bir çay seansımız oldu.

Çaylardan sonra, esas kahvaltıyı tören alanında piknik şeklinde yapmaya karar verdik. Ancak Conkbayırı’na varmaya kalkınca, korkunç bir otobüs kervanına kapıldık. Anıtların yanına varınca da yolu kapamışlardı; arabayı orada oluşmuş otopark alanına bırakmak zorunda kaldık. Annemle gergin gergin tartışarak bir yandan da arabada kahvaltı ettik. (Bugün arabayı ben kullanıyorum, oley!) Conkbayırı Atatürk Anıtı ve Lone Pine’daki törenleri kahvaltı aşkı ve uyku sersemliği sonucu ekmiş olarak, 57. Piyade Alayı Şehitliği’ndeki törene yetiştik. Protokol yine tam takım oradaydı. Bizim Jonathan Philp bey de oradaydı tabi. Çelenkler, konuşmalar, mehteran gösterisi, v.s. arasında geçen güzel bir törendi. Maalesef anıt alanının seyirci bölümünün eğiminin ters bir şekilde, arkaya doğru inmesi dışında. Türk izci grupları, seyirci katılımını destekleyen ana unsurdu.

Anzak ve Türklerin kendi ayrı törenlerine gidiyor olması, öte yandan gittikçe birbirlerine daha fazla ilgi de duymalarını gözlemler gibi olduk. Bizim, Anzak Koyu’nda oluşumuz gibi.  57. Alay’da da bazı Anzaklar belirdi. Özellikle Mehteran gösterisi sırasında çok meraklanıp ilgilendiler. Törenler Sedat Yüzbaşı’nın dediğine göre ilk defa resmi olarak yapılıyormuş. Öğrendiğimize göre, son yıllarda, Şehitler Abidesi yanına yapılan ‘temsili’ şehitlik gibi, Türklerin de Anzaklar kadar Gelibolu’yu önemsediklerini gösteren düzenleme çabaları olması iyi bir şey tabi. Bu konuda sıkıntı varmış. Bkz. Atlas dergisi Ocak 2003 sayısında çıkan ilgili yazı.

57. Alay’ın çok etkileyici bir hikayesi var. Uzunca anlatmaktan ziyade, muharebelerde topyekun yokolan (tüm kumandanları ve erleri şehit olan) tek birlik olduklarını söylemekle yetineyim. 27. Alay’la birlikte, Mustafa Kemal’in komutasında Anzaklara karşı savunmayı başlatan ilk birliklerden biri olarak yaşadıklarını bize anlatabilecek kimsenin geriye kalamayışı, bu alayı gizemli bir kahramanlığın içine gömüyor…

Törenden sonra Conkbayırı anıtlarına doğru çetin bir yokuştan yukarı geri yürüdük. Yeni Zelanda törenine de yarısından itibaren katıldık. Bu gösteriye şenlik katan, Yeni Zelanda Genel Valisi Bayan Sylvia Cartwright’in özlü konuşması (Mayıs ayının Cumhuriyet Dergi eklerinden birinde kendisiyle çok hoş bir söyleşi okuyabilirsiniz…), ardından Türk uçaklarının hava gösterisi, ve harika bir Maori dansı oldu! Keşke daha yakından izleyebilseydik. Görebildiğimiz ve duyabildiğimiz kadarıyla, çok enerjik, matrak ve içten bir gösteriydi. Bol ‘ha! hu! Oaha!!’ sesleri ve kollarını havaya atan Anzak üniformalı YZ askerleri!!!

Arabalara dönüş sırasında, Yeni Zelandalı bir çift bize otostop çekti. Krista ve Steve çiftinin Krista’sı Hollanda asıllıymış, tropikal hemşireymiş. Steve de su mühendisiymiş. İngiltere’de okuyup çalışıyorlarmış, akşama İstanbul’dan Londra uçağını yakalamak üzere biraz acele içindelerdi. Güzel bir yol sohbetinden sonra onları Eceabat’a bıraktık.

Öğleden sonra:
Nil Evi’ne yaptığımız, öğle yemeği, biraz kestirme ve bahçede gezinti ile geçen kısa ziyaretin ardından Çanakkale yoluna koyulduk. Kilitbahir’de feribot yakaladık. İki ayrı kalkış platformu arasında mekik dokumamıza neden olan organizasyon özürlü yerli kişilere dikkat ediniz diye salık veririm…

Çanakkale’de Askeri Müze yakınına parkedip, fotoğraf filmi alıp, Müze alanında gezintiye çıktık. Orada görevli komutan, Ma’h’sum Işık adlı bir genç adam çıktı. O da fotoğrafçılıkla uğraşıyormuş, sohbete başladık, biraz parkta gezgik. Nusret Mayın Gemisinin koca bir  maketinin gezilmesi; karargahın ve müzeyi barındıran, 1920li yıllardan kalma cici erken dönem Cumhuriyet binalarından birinde, Masum Bey’in ofisinde çay; kendi memleketi olan Güneydoğu’da ve İzmir – Foça dolaylarındaki 7 senelik görev süresinde kendi çektiği resimleri göstermesi; sonra bizimle saat kulesi meydanına kadar yürümesinden sonra, biz fotoğraf çekmeye devam ede ede, ara sokaklardaki eski bina siluetleri arasından arabaya döndük. Çanakkale de keşfedilecek güzel şeyleri olan bir yerdi, ona da ayrı bir zaman gelip hakettiği ilgiyi göstermeli…

Aceleyle otogara varıp orada Oto Miller’den Cem Bey’e araba teslimi yaptık, kendimizi Ankara otobüsüne attık. Çok yoğun geçen, birbiriyle neredeyse kesintisiz bağlanan bir çift günün ardından, bu ani son gelince, bize de ertesi günlerde gezimizin çözümlemelerini yapıp tam anlamını idrak etmek düştü…

‘Epilog’:
Hala Gelibolu doluyum. Haftalardır muharebelerin, saldırı (‘taarruz’) ve savunma (‘müdafaa’) hatlarının teknik sayılara boğulmuş detaylarıyla iç içeyim… Nusret kaç mayın döşemiş, hangi zırhlıları batırmış, v.s. Bir masal gibi, ya da oyun… The Beach kitabı ve filmindeki Richard’ın Vietnam canlandırma oyunlarına benzedi neredeyse!…

Birtakım olağanüstü, hatta doğaüstü olayların efsaneleştiği bir yer olarak da tanınıyor Gelibolu. Yahya Çavuş, Seyit Onbaşı, Hasan-Mevsuf Bataryası, 57.Alay…

Orada tam olarak zannettiğim şekilde etkilenmedik, yani daha olağanüstü bir hava ile karşılaşacağımız yönünde şartlanmıştık. (Çok yoğun psişik bir enerji yoğunluğu hissediliyormuş. Mesela Deniz (iziz), çocukluğunda ailesiyle gittiğinde, ıssız bir bayırda rüzgar sesleri arasında birtakım fısıldaşmalar duyduğunu hatırlıyor.) Yine de bazı anlarda gerçekten üzerimize ağır bir hüzün ve sessizlik çöktü. Bir de ayrıca, sürekli hissettiğim bir gerginlik oldu.

Bu alanda, aslında huzur yok. Her ne kadar Barış Parkı ve Milli Park temaları altındaki düzenlemelerle, huzurlu denebilecek bir çevre oluşmuş olsa da, sonuçta doğal olmayan, şiddetli bir ölümle karşılaşmışlar, buradaki şehitler. Ve binlercesiyle. Kahramanlık hikayeleri övgümüzü kazansa da, savaşın felsefi olarak, temelde ne kadar kötü bir şey olduğunu inkar edemiyoruz. Hele yanıbaşımızdaki güncel savaşı da düşününce…

Yarımadayı süsleyen zarif, dingin anıtların, bazılarının stili artık demode kaçsa da, yine de yakalamayı hedefledikleri ruh, öz, aynı gibi: Sanki cennetteymiş gibi.

Lirik isimler verilmiş tepelere. Battleship Hill… Lone Pine… Bazen de absürd! Table Top. Baby 700.  Telaffuz edemedikleri Türkçe isimlere taktıkları yabancı ‘substitute’lar: Bouyouk Anafarta… Achi Baba… Chunuk Bair. (bu ismi ilk defa gezgin.com’un bu lakaplı üyesinde duyup garipsemiştim, şimdi çok aşina tabi…)

Ama Gelibolu’nun insanlar üzerinde bıraktığı etki, edindiği ilginç, sıradışı imaj, ve vatanlarını savunan gencecik askerlerin (mezar taşları üzerindeki yaşlar nasıl biliyor musunuz? 18, 19, 23…) uğruna hayatlarını feda ettikleri bu memleket idealinin bugünlere gelişi… Minnet borcu olarak mücadeleye devam etmeliyiz.

İçi boşaltılmaya yüz tutmuş kavramları doldurmak, memlekete olan inancımı tazelemek için gittim ben Gelibolu’ya. Bugünlerde, ülke ve değerlerinin elden gidiyor olduğu hissine çok şiddetle kapılıyorum. Duvara Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini astım, arada bir okuyor ve bazen kahroluyorum. İkinci bir Kurtuluş Savaşı başlamalı gibi geliyor artık insana. Her şeyin birbirine bağlı oluşunu hissediyorum, ve kafamda bu kritik günlerdeki ruh hali ile ‘Gelibolu Ruhuna’ adeta can simidi gibi tutunuş eğilimimi bağlıyorum. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile, eski düşman – yeni dost asker annelerine hitabını bağlayalım:

Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı siliniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır Huzur içindedirler; onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Hitap ettiği kişilerin, bugün minnetle sımsıkı sarıldıkları bu mesaj, ve Türk askerlerinin Gelibolu’da gösterdiği insanüstü savunma, tüm dünyada ne kadar hayranlık uyandırıcı ve gurur verici… Eski düşman askerlerinin, zaten o zaman da istemeden birbirleriyle vuruştuklarını ele verircesine, yaşlı adamlar olarak kucaklaşmalarının hikayeleri ve resimleri, böyle güçlü bir barış ortamının mümkün oluşuna sevindiriyor insanı.

Anzak gazisi ve daha sonra Avustralya Genel Valisi olmuş Lord Casey’nin yazdıkları bunun sık sık alıntı yapılan bir ifadesi:
Anzaklıdan Mehmetçiğe Övgü:
Biz Çanakkale Yarımadası’ndan Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti (…) insanlığın alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla. (1940)

Umarım bu hayranlığı ve gururu hakeden işler hala Türkiyeliler olarak elimizden gelir.

Referanslar:
1. –, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Gezi Rehberi, 1973.
2. –,‘Türk – Anzak Dostluk Yürüyüşü Başladı’, Cumhuriyet, 17 Nisan 2003.
3. Boz, Ekrem, Adım Adım Çanakkale Savaşları, 1998.
4. Cemer, Dr. Yakad, ‘Mustafa Kemal Conkbayırı’nda’, Cumhuriyet, 25 Nisan 2003.
5. Commonwealth Department of Veteran Affairs, Gallipoli 2003, Anzac Day Orders of Service, 25 April 2003.
6. İlber Ortaylı ile Gezi Notları, Engin Öncüoğlu tarafından verilmiştir, 1999.
7. Som, Deniz, ‘Deniz Kilidi: Kilid-ül Bahir’, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2003.
8. Uluarslan, Salih Zeki, Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, Çanakkale 2002.
9. Aslan, Rüstem, ve Bieg, Gebhard, ‘Gelibolu Yarımadası: Savaşın Coğrafyası’, Atlas, Ocak 2003, s.76-86.
10. Göncü, Gürsel, ‘En Uzun Yıl 1915’, Atlas Özel Sayısı, Haziran 2001.
11.Toprak, Zafer; Tuçoku, Mete ve Köroğlu, Erol, Dosya: ‘Çanakkale 1915’, Toplumsal Tarih, Mart 2003, s.74-99.
12. Ayrıca İstanbul, İstiklal Caddesi no:395’teki Denizler Kitabevi’nde konuyla ilgili birçok kitap bulabilirsiniz. www.denizlerkitabevi.com