NOVİTAS TUR İLE GÜNEYDOĞU ANADOLU TURU İZLENİMLERİ
Haziran 2001

20 Haziran 2001, Çarşamba
İstanbul – Atatürk Havalimanı’nda, arkadaşım Jaideep Chakrabarti ile birlikte, turla buluşma. Nemrut bir sabah havası içinde kendimizi uçağa attık.

DİYARBAKIR

07.00 Diyarbakır uçağıyla, Diyarbakır’ın küçük, şirin ve modern görünen havaalanında, İzmir ve Ankara yolcularıyla da buluşarak, Antakya’dan gelmiş olan otobüsümüze bindik. Bu arada Gülgün’le eşzamanlı olarak uçaklarımızdan inip pistte el sallaşarak karşılaşmak da neşeli bir renk oldu!

Otobüste kısa bilgiler:
Diyarbakır Surları: dünyadaki en iyi korunmuş, tam kalmış şehir surlarındanmış. 6. yüzyılda, imparator Jüstinyanus yaptırmış. Diyarbakır, Anadolu’da, Urfa’dan sonra Hristiyanlığın belirdiği ikinci yermiş. 1950’lerden sonra, DP yönetimi ile birlikte, çok yapılaşmış, şehir surların dışına taşmış.
Diyarbakır mimarisinin en tipik unsuru, bazalt taşlarla siyah – beyaz taş örgü duvarlar, pencere kenarları. Surlar da bazalt taşındanmış. Şehrin Roma’daki ismi Amit’miş; sonra Kara Amit olmuş; bu siyah bazalttan dolayı olabilir. ‘Bakr’, istilacı Arap kabilesinin adıymış.

Ulu Cami
Anadolu’daki ilk cami (bu tip kesin cümlelerden rahatsız olmaya başladım; mesela, Harran kitabında da oradaki Ulu Cami’nin aynı statüye sahip olduğu yazılı. Belki bu, Kilise’den çevrilme ilk cami olabilir…).

Araplar tarafından yapılan Arap stili bir cami. Bir avlu çevresinde sıralanmış ince uzunca, bitişik yapılar grubundan oluşuyor. Ana ibadet yerine, bayanlar başlarını bağlayarak girdiğimizde gördüğümüz üzere, transept tarzında; yani ibadet mekanı, mihrabın iki yanına doğru yatay olarak uzanıyor. Cami formu, Hz. Muhammed’in evinin ibadethane olarak kullanılışındaki şeklinden türemiş. Yani dörtgen bir mekan, bir kenarda Hz. Muhammed oturuyor, herkes sıralar halinde ona bakarak arkaya doğru diziliyor, ve bir süre sonra evden taşarak, dışarıdaki sahanlıkta da dizilmeye başlıyor. Dışarıda kalanları güneşten korumak için, direklerin tuttuğu bir üst örtü yapılıyor. Bu örtü, daha sonra revak(?)a dönüşüyor. Bu yorumların çeşitlenişinde, Türk (Selçuk) camileri farklı, yani bazilika türü (ibadet mekanı, mihrabın baktığı doğrultuda uzunlamasına gidiyor).

Cami yangın geçirip yeniden yapılmış, o esnada ilkin içeride kullanılan kolonlar, dışarıya, avlu cephelerine alınmış. Avluya bakan duvarlardaki kitabeler (resim), restorasyon tarihlerini ve yapımcılarını anlatıyor. Yapı, Kiliseden camiye çevirme. Farklı dinler, ve mezhepler için eş zamanlı ibadet imkanı sağlanmış. Bir tolerans kültürünü gösteriyor.

Cahit Sıtkı Evi
Bazalt poroz. Nemi ve ısıyı tutuyor. ‘Soğukluk’ denen oda. Nişler.

Hasan Paşa Hanı
Bizans etkili kolon ve kubbe. Tuğlalı. Ortadaki şadırvan / mescit? Hanlarda tipik galiba, Ürgüp yolundaki Ağzıkarahan?’da da vardı. Kubbesi kötü restore edilmiş, çimento, ağır.

Bu arada çarşı kaçamağı.
Tütün aldık. 750.000 TL’ye, hala haftalardır azar azar içiyorum, çok güzel. Sarışı önemli, hiç tat da almayabilirsiniz, acaip kafa da yapabilir. (Şimdi sigarayı bıraktım ya, elde kalan tütünü kim ister?? ?) Çarşıda hem özgün, yerel mallar, hem de absürd ve kiç plastik eşyalar v.s. vardı.
Diyarbakır’ın karpuzuna doyum olmazmış, onlara  ve kirazlara, çileklere de ağzımız sulandı.

Kiliseler
Adı unutulan veya hatırlanmayan, birer Kildani ve Ermeni Kilisesi.
Kildani Kilisesi: Zekeriya bey, karizmatik ve dominant. Cep telefonlarini kapattirdi. 30 aile kullanıyormuş. MS 4. yy’dan kalma.
Ermeni Kilisesi: Kildani’nin yanında. Büyük yıkık. Çatı ahşap – kerpiç, düşmemiş hatıl kalıntılarından anlaşılıyor. Çatı zamanla içeri göçmüş, yer seviyesini yükseltmiş.
İki kilisede de, bundan sonraki her kilisede göreceğimiz gibi, ‘help box’lar var.

Kervansaray Oteli / Deliller Hanı
Diyarbakır’ın zengin iş adamlarından biri tarafından 4 yıldızlı otele dönüştürülmüş. Avlu harika. Maket, plan. Bilgilendirme çabası.

Sur takibi
Neredeyse kamyon altında kalmaca. Mardinkapı civarındaydık.

Selim Usta’nın sofrasında kaburga
Dokuz saat boyunca pişirilerek yumuşatılıyor. İlginç! Gaffar Okkan’ın kocaman resmi asılı, başımız sağolsun, seni özleyeceğiz yazılı. Garson İngilizce konuştu. Tur grubunun üyeleriyel tanışma sürecinin başında olduğumuz için, yeni bir tanışma burada oldu: Turgut Fırat’la ve eşiyle tanıştık. Turgut Bey, Babamın Dışişleri Bakanlığı’ndan meslektaşının erkek kardeşiymiş, benim tanıdığım Cengiz Fırat’ın da amcası. Grubumuzun sosyal yapısı, genel olarak doktorlar, akademisyenler, and yüksek sosyo-ekonomik sınıftan İstanbullular’dan oluşuyor. Bu yüksek kalite, daha sonra tekrar tartışıldı, ve özellikle Novitas Turizm’in sadece Cumhuriyet gazetesine ilan vermesiyle de ilişkilendirildi.

Hasankeyf kazıevini aramaya çalıştık, ulaşamadık. Meğer o Cuma geliyorlarmış, daha. Ofisle de telefon görüşmesi oldu (Yıldız Hanım, dialar / çizimler.)

Hasankeyf’e yolculuk.

HASANKEYF

Zeynel Bey Türbesi.
Anadolu’daki çokgen planlı ve konik çatlı kümbetlerden farklı olarak, yuvarlak planlı ve İran etkili çatısı var. Güzel çini işleri ile bezeli. Esas mezarlar toprağa gömülü olur, üstünde sembolik sanduka olur. Burada sanduka yoktu – çalınmış olabilir mi? Çocuklar türbenin hikayesini anlatıyor. Zeynel Bey’in kızı, bir çobana aşık olmuş, onunla kaçmış, …. Nar ağaçları.

Kaleye çıkış
Çocuklar Arap – Kürt – Türk karışımı diller konuşuyorlar. Bir de şimdi İngilizce eklenmiş! Kürtçe ‘merhaba’: Keremka.
Tepeye çıkarken gördüklerimiz:
Kapılar: Üç ayrı kapı, yukarı çıkışta farklı seviyelerde karşımıza çıktı. Bizim firma (Ka.Ba Eski Eserler ve Mimarlık Ltd.) tüm Hasankeyf şehri ve tüm kazı alanı ile birlikte, bunları da daha önce belgelemişti. Bu yüzden, ofiste onlarca fotoğrafını görmüş olan birine açok tanıdık geldi! Hatta duvarlarda, ölçüm için kullanılan (zamanla duvardan ayrılabilir olan) eski hedef noktası kağıtlarımızı bile gördük!..
Mağara Evler: İnsanlar buralarda yüzyıllarca doğal klimalı ortamlarda yaşıyormuş, 1950 veya 60lardaki cumhurbaşkanlarından biri (Celal Bayar / Cevdet Sunay olacak) ‘benim insanlarım mağaralarda yaşayamaz’ diye aşağıda hiçbir bilimsel sağduyuya sahip olmayan kutu kutu, ızgara plan şeklinde dizilmiş yeni bir şehir yaptırmış, ve insanları oraya taşımış.
Küçük saray: Şekli tam anlaşılamayan, harabeye dönmüş bir yapı.
Büyük saray: Bu da biraz okunaksız bir şekle sahip; çevresindeki taş yığınlarıyla karışıyor. Çevremizdeki tüm renkler toprak tonlarında, bana mistik bir çöl ortamını andırdı.
Tepedeki Ulu Cami: Üst üste duvar dokulardan iki ayrı yapım döneminin izlerini gözledik. Bu cami de Diyarbakır Ulu Camii gibi transept. Minberdeki işlemeler yeni yapılmış. Yani bu yapı yakın zamanda müdahale görmüş.
Tepeye çıkarken başka bir yapının içinde girdik, içeride yuvarlak plan, kubbede lale desenli oymalar.
Köprünün fotoğraflarının çekilmesi.
Kalenin tepesinde dolanırken, bütün alanda ne yapılması gerektiğini veya neyin iyi olacağını hakkında konuştuk, Joi ile.
Aşağı inerken kahvehanede çay – ayran içtik. Çocuklar bize kitap sattı.

Çocuklar
Her çocuktan tekrar tekrar duyulan: ‘Ablaa, sana buranın tarihçesini anlataaayım mı?’ !!

Gülgün kaleye çıkan kafileyi kaçırmış, o da aşağıdaki eski mahallede gezinip fotoğraflar çekmiş. Hasankeyf’i terk ederken eski şehrin içinden geçtik.

Mardin’e hareket

1.5 saat kadar tutan, günbatımının koyu sarı renk tonları içindeki araziye nasıl yansıdığını seyrede ede yaptığımız yolculuktan sonra,  Bilen Otel’e yerleşme. Ertesi gün, duvarda gördüğüm, müşterilere en iyi hizmeti vermenin önemsendiğini anlatan yazıyı, ukalaca gramer açısından düzeltmem. Daha kaliteli turizme hizmet etmek, derdimiz! Ürgüp’teki lokantanın mönüsünü de aynı niyetlerle düzeltip göndermiştik.

Gülgün’le, üst katımızdaki lokantanın havalandırmasını sağlayan dev ve gürültülü makinaları balkonumuzda ağırladık.

Spor salonundan yemek salonuna dönüşmüş klimalı acaip bir teras katından akşam yemeği.

21 Haziran 2001, Perşembe

Midyat’a yolculuk

Yolda anlatılan: Burası 2 yıl öncesine kadar PKK’yı yaşıyordu. Jandarma hala sık sık devriye yapıyor. Turizm polisi uygulaması.

MİDYAT

Mor Barsovo Manastırı
Genç papaz. 300-350 kişilik cemaat. Yaklaşık 100’ü geliyor. (Bu anlatılanlar, daha sonra Mardin’de anlatılan adetlerle çelişkili.) Oruç usullerini anlattı. Hayvansal adak olmaz. Gümüş, ahşap ve taş işçiliği yaparlarmış. Yalnız gümüşçüler kalmış. (Çarşıdaki gümüş işlemelere bakınca bu geleneğin ne kadar güçlü olduğu anlaşılıyordu.) Diğerleri göçüyor.

Taş ustaları
Midyat sokak dokusunda yürüdük. Müthiş taş işçiliği olan cepheler, pencere süslemeleri gördük. Gösterişli bir evin içine girdik, avluda dolaşıp yapının içine baktık, içeride ‘gavurdan emaneten’ yaşayan bir aile vardı. Enfes güzellikte küçük bir kız çocuğu vardı, adı Hulkiye olan, herkes resmini çekti.

Kaymakamın evi
Kaymakam’ın (hangi idari bölge olduğunu öğren) yapımına destek verdiği, ÇEKÜL ile ortaklaşa girişilen bir onarım. Kaliteli bir iş olduğu anlaşılıyor. Banyo sağlıklaştırma, taş işi yenileme, doğal malzeme kullanımı. Kaymakam, iyi işlerinden dolayı Kastamonu’ya tayin olmuş, orada da çok eser var diye, diye bir duyum aldık. Bu ev, ilk başta devlet konukevi olacakmış, ama sonunda halka kapalı bir otel haline getirildiğini söylediler. Buna benzer şekilde, kullanım sakıncalarını, ÇEKÜL’ün / Metin Sözen’in (tur rehberimiz Gülsen Hanım’ın tez hocasıymış bu arada) Mardin postanesine de el koyma düşüncesinin kamu kullanımını engellemesinin ne kadar doğru olduğunu, v.s., daha sonra o postane binasının terasında Gülsen Hanım’la konuştuk.

Kuyumcularda alışveriş
Birçok değişik kuyumcu dükkanı vardı. Alışverişin ana teması bu oluyordu.

Her yerde olduğu gibi burada da peşimize çocuklar takıldı. 1-2 tanesine birer milyon TL verdim. Paramı çarçur etmenin pişmanlığı ile, iyi bir şey yapmanın tatmini arasında kaldım. Bazı oğlanlar, kızlara kaba kuvvet tavrı gösterince tepem attı. Bu konuyu Ülkü Hanım’la konuştuk. O da, emekli Kaymakam olan eşiyle beraber memleketin değişik yerlerinde kaldıkları zamanlardan anılarını anlattı, kadınların durumunun vehameti bir kez daha ortaya çıktı.

Mardin’e dönüş

MARDİN (1)

Cercis adlı lokantada öğle yemeği
Ebru adlı genç bir kadının açtığı, geleneksel yemek veren, hoş döşenmiş bir lokanta. İçli köfte, soğanlı yoğurt çorbası, özellikle akılda kalıcı oldu. Tuvaletinden fazla memnun kalmadık, mutfakla dip dibeydi.

Öğleden sonra Mardin şehir merkezinde gezinti
Sultan İsa Medresesi: Birkaç kat, teras, kubbeler. Çok güzel, genişlik, ferahlık ve dinginlik hissi veren mekanlar. Terastan Mardin ve ova manzaraları.
Postane: Bkz. Sabahki Kaymakam evi bölümünde anlatılanlar. Limonata içtik, çok iyi geldi. Büyük eyvanımsı kemerler, sarkıt şeklinde kemer ortası süslemesi.
Ulu Cami: Pazardan geçerek geldiğimiz bu yapının, bu sefer içeriye girmeden, Mehmet Bey ve Figen Hanım’la avluda oturup imar hukuku, enterdisiplinerlik sohbeti yaptık.

Kasımiye Medresesi
Havuzlu, avlulu. Delirmiş dantel satıcısı kızlar – kadınlar sardı etrafımızı!

Oteldeki akşam yemeğinden yine Cercis’te, teras keyfi. Yıldızlar ve Mezopotamya ışıkları. Mırra bekliyorduk ama gelmedi; onun yerine kakuleli kahve ve şerbet içtik.

22 Haziran 2001, Cuma

MARDİN (2)

Deyr-ül Zafaran
‘Safran’ın Yeri’. Mardin’den 7 km. uzaklıkta. Papaza bayıldım! Bana, ‘hani kalıp rahibe olacaktın?!’ diye takıldı. Gördüğüm en toleranslı ve yaşama sevinci dolu din adamı! Çok süslü mekanlar. 400 yıllık boyamalı ahşap kapılar. Kare planlı ana mekanda yüksek kubbe. İsten kararınca, üstü beyaz badana yapılmış. Yüzlerce yıllık süreç boyunca geliştirilen birtakım bakım çözümleri. Taş üzerine, mermer etkisi veren boyalar yapılmış. Altta, Güneş Tapınağı. MÖ 2000’den beri harçsız, birbirlerine kenetli duran tavan taşları. 6şarlı sıralar halinde, çapraz, 7 metre kalınlıkta.

Dönüşte ÇATOM’a uğradık. Çok Amaçlı Toplum Merkezi’nin kısaltması, ve bölge kadınlarını sosyal ve ekonomik olarak desteklemek, gerektiğinde sığınak olma, mesleki beceri, v.s. kazandırma işlevini görüyor. Aralarında benim de tanıdığım Ceylan Orhun’un Anakültür’ü olan, birkaç sivil toplum kuruluşu bir araya gelip Güneydoğu Anadolu’daki çeşitli şehir ve kasabalarda (Diyarbakır da dahil) bir ÇATOM ağı kurdular; sadece birkaç yılda merkez ve katılımcı sayıları katlanarak arttı; şimdi binlerce kadın yararlanıyor. Aramızdan bazıları bu konu ile yakından ilgilendi, ve ısrarımız üzerine, Gülsen Hanım ÇATOM merkezinden topladığımız broşürlerden bazı bilgileri mikrofonla otobüse aktardı. Tur programındaki sanat tarihi ve kültürel miras bilgilerini, ara sıra güncel sosyo-ekonomik olaylar ile de bağlayarak anlatmanın önemini ve yararını hatırladık.

Urfa yolunda Urfa tarihi
Her üç din için de, ama özellikle İslam için kutsal şehir. Hz. İbrahim’in hikayesi: Ay tanrısı Sin’e inanan putperest Urfa kralı ile çatışıyor. Putları kırıyor, tek tanrılı din öğretmeye başlıyor. Bunun üzerine ölüme mahkum ediliyor. Mancınıkla ateşli odunlar üzerinde Urfa Kalesi’nden fırlatılıyor. Düştüğü zaman ateş suya, odunlar da balıklara dönüşüyor. (O yüzden bugün bu sazan balıklarının kutsal olduklarına inanılır.) Hz. İbrahim kurtulunca, öldürülmesinden vazgeçiliyor.
Başka bir efsane: M.S. 1. yüzyılda, Aziz Tomas, Hindistan’da şehit ediliyor. Kemikleri, Urfa’ya, eski adıyla Edessa’ya getiriliyor.
İspanya’dan bir rahip (rahibe?) gelmiş, gezi anılarını yazmış. Hz. İbrahim’in Harran’daki evinden, Hz. Tomas’ın kalıntılarından, ve Sultan Abgar’dan (Büyük Abgar, Kara Abgar olarak da bilinen hükümdar) bahsetmiş. Abgar soyu, milat öncesinden M.S. 3. yüzyıla kadar Urfa bölgesinde yaşayan bir krallık kurmuş. Bu krallık, Ermeniler’den de önce Hristiyanlığı kabul etmiş.
Mendil hikayesi: ‘Mandillion’. Hristiyanlık tarihinde önemli. İsa’nın, bir kralın / beyin (?) hastalığını iyileştirmek için yüzüne silip gönderdiği, üzerinde İsa’nin yüzünün şekli kalan mendil. Mendilin korunma, taşınma, Bizans’a, Avrupa’ya götürülme hikayesi. Konya’da fırtına çıkması, mendili şehir surlarınn tuğlaları arasına saklamaları, mendildeki suretin tuğlaya geçmesi, ve bu olayda yüz sureti ile bağlantılı olarak kullanılan ‘ikon’ teriminin, Konya’ya ‘İkonyum’ ismini vermesi.
Urfa’nın tarihi aslnda Hristiyanlık’tan çok daha eski. Sümer ve Eti kayıtlarında güçlü bir krallık olarak geçen Urşu adı var. Hitit kral Şuppiliuma tarafından yıkılıyor. Hitit krallığı hüküm sürüyor. Sonra Mitaniler geliyor. ‘Orhai’ isminden daha sonra Urfa ismi türüyor. Persler, İskender, Seleukos hükümdarlıkları da oluyor. Edessa adı Romalılar zamanında veriliyor. 14.yy’da Urfa tekrar Müslümanların oluyor. Ayasofya Kilisesi yapılıyor. Bir din ve kültür merkezi oluyor. Nisibisli (bugünkü Nusaybinli) din adamı bir okul kuruyor. Selçuklular, Ermeniler, Sasaniler hüküm sürüyor. 1098’de Haçlı kontluğu oluyor. Musul Atabeyi (Zengi?) hüküm sürüyor. Daha sonra korkunç katliamlar, talanlar oluyor, Hristiyanlığın yıldızı sönüyor. [Başka dönemleri de vardı, anlatıldı.]
Bugün Urfa çok hızlı büyüyor, çok spekülasyon olmuş. Satılık arazi kalmamış.

(ŞANLI)URFA

Balıklı Göl
Külliyeyi oluşturan yapılar: 12.-13. yüzyıldan kalma Halil-ül Rahman Camii ve medresesi; 18. yüzyıldan kalan Rızvaniye Camii.
Şadırvanlı havuz başı çay bahçesinde kebap yedik. (Aynı zamanda dikkat etmeyip açıktan su içtiğimiz için daha sonra hepimizin midesi bozulacaktı..!) Satıcı çocuklardan Araplarla özdeşleştirdiğimiz ‘puşu’lardan aldık.

Harran Otel’e yerleşme
Bana Dallas dizisini hatırlattı nedense. Tatlı bir kiç nostaljisine gömüldüm!

Kısa pazar sefası
Gülgün, Joi ve ben rekor sürede çarşı bölgesindeki (Gümrük?) Han’ı gezdik. Renk renk kumaşlar, tülbentler, halılar, gümüşler, yemişler, v.s. ile karşı karşıya kaldık. Çarşı gezintisi, ertesi sabah Gülgün’le söylediğimiz ‘Pazara gidelim, bir puşu alalım, …) diye başlayıp giden tekerlemelere konu oldu.

Harran’a yolculuk
Otobüste pediatrist Fikriye Hanım’ın Düğün Türküleri kasedi dinlendi.
Bölgede sulama hizmeti gelişmiş, hatta bilinçsiz ve fazla sulama yüzünden toprakta tuzlanma başlamış.

HARRAN

Bir başka, ‘Ablaa, sana buranın tarihçesini anlataaayım mı?’ silsilesi..!

Sin Tapınağı + Kervansaray + Medrese oluşumu. Bir yanında uyumsuz beyaz taşlardan / tuğlalardan yapılmış bir restorasyon çalışması var. Birkaç dönemde ayrı ayrı katmanlar üst üste yapılmış. Çok dramatik fotoğraf kareleri oluşturdu. Büyük kemerli hacimlerden oluşan yapı. Üzerine tırmandığımız bir gözetleme kulesinden tüm çevre ovayı, tümülüsleri görebildik.

Topak Evler
Harran’ı ünlü yapan, bindirme tekniği ile yapılmış ve konik şekilli bu evlerden bir tanesi, yanına ekli duran dörtgen şekilli bir yapıyla beraber Sin tapınağı alanında bulunuyor. Çay içilebilen bir yer yapılmış. Burada Sin tapınağını gezdikten sonra oturup çay – kahve içtik. Özgen Acar’ın uyardığı gibi, hakikaten de kazık olan eşarplardan ve kitaplardan yine de satın aldık. Bir çocuk yanık bir türkü söyledi. Fikriye Hanım’ın ısrarı üzerine daha neşeli, bir düğün türküsü olan bir şarkıyı sanki zorlanarak söyledi.. Bu arada Mustafa Bey ve Beyhan Hanım, geleneksel ‘kaftanlara’ bürünerek ikinci düğünlerini yaptılar! (Resim)
Yerleşim dokusunu oluşturan diğer evlerden ise, yalnızca bir tanesini canlı tutmuş, ‘örnek Harran evi’ diye müze – el ürünü satış yerine çevirmişler; diğer evlerin hepsini boşaltmışlar. Yerli halkın, bu evler fırtınaya dayanmıyor söylemine inanmışlıkları, ve yetkililerin de bu evlerin içinde yaşanarak korunmalarını akıl edemeyişleri, beni çok etkiledi ve üzdü…  Biraz yerel sakinlerle ve Gülsen Hanımla bunu tartıştım. Yüzyıllardır bu doğal klimalı, sağlıklı evlerde oturabilmişler de şimdi mi oturamıyorlar diye, sanki fırtınalar mı çoğaldı? Doğru bakım ve sürekli onarım rejimi ile gayet güzelce içinde oturulabilir aslında… Sülün Hanım ve Figen Hanım, benim ne demeye çalıştığımı anladılar, ve Figen Hanım’la uzun süre bunu içeride, el ürünleri masalarının yanında konuştuk; hatta öyle uzun ki, dışarıda hep beraber hatıra fotoğrafı çektirmişler. (….!) Otobüste daha sonra tutkulu bir not almışım:
‘Harran evlerinin başına gelenlere inanamıyorum… John Hurd’lerin dedikleri hala ne kadar geçerli, ve öğretilerine ne kadar ihtiyaç var… Yanlış kanılar, eğitim gereği… O kerpiçten, doğal evleri bırakıp etraftaki beton kutulara nasıl yerleşiyorlar? ÇATOM’larda mimarlık kursu da vermeli… Çok doldum. Biraz militanca konuştum. Sempatizanlar oldu. ? ‘

Ulu Cami
Müthiş kalıntılar. Joi çok etkileyici buldu, öneminin azımsandığını, hatta Nemrud’la boy ölçüşebileceğini düşündü. Emevilerden kalma. Ortaçağ Üniversitesiymiş. Milattan önce de burada bir üniversitenin olduğu söyleniyor, ama izleri halen bulunamamış. Bir yüksek kulesi var.

Tümülüsler
Uzakta görülen birçok var.

Akşam Harran Otel’de, birtakım Pfizer ilaç firması kutlamaları arasında, biz de şantörler eşliğinde kendi havuz başı göbek havası sefamızı yarattık. Gülsen Hanım kıvıra kıvıra bu alanda da ağırlığını koydu, ama ben de geri kalmadım kendimi ortaya atmaktan! Ayağa kalkıp oynamaya cüret edebilen hepimiz gayet iyiydik!

Bizim masada ilginç tartışmalar oldu. Özellikle Mehmet Bey’in sentezin önemi (İzmir’de karşılaştırma şansı buldukları İtalyan, İngiliz, Alman ve Amerikan gemilerinin stili örneği verilerek), mimarlık eğitimi, geometri gibi temel bilim derslerinin verilmeyişi, memleketin durumu gibi konulardaki konuşmaları ilgiyle dinlendi ve tartışıldı. Mehmet Bey, beni özellikle Harran evleri derdim hakkında aydınlattı, ona göre o topak evlerden insan çıkarmalar, terör zamanındaki güvenlik önlemleri nedeniyle olmuş, topak evler birbirleriyle organik tünel bağlantılarına sahip oldukları için, olası teröristleri izole etmelerini güçleştiriyormuş. Bu bakış açısı çok ilgin. Geldi. Bu arada, garsonlar ‘servis’ yaparken bir bizi dövmedikleri kaldı… Rakı ve künefe, sofradan eksik olmadı.

23 Haziran 2001, Cumartesi

ŞANLIURFA

Pazarda daha uzunca, toplu bir gezinti
‘Şener Şen’in kahvehanesi’nde kürsülerde oturarak kahve içtik.

Ulu Cami
Sokak aralarından geçerek ulaştık, avlusundan geçtik, ve başka sokaklara dalarak yolumuza devam ettik.

Eski dokuda sokak gezintisi
Üçgen taş çıkmalar ile, yöreye özgü çapraz, sık ahşap kafes pencere kepenkleri dikkat çekti. Kalemişi süslemeler yaygın. Kapı üstlerinde Kabe resimleri olan teneke levhadan resimler.
Gülizar Konukevi: Türkiye’nin En İyi Küçük Otelleri kitabında da yer alan bir yer. Hem yatılan, hem yemek yenilen, hipi kampı havalı ama avlusundaki çeşmeler ve çiçeklerle ferah bir yer.

Balıklı Göl Çarşısı
Otel Edessa, kalabileceğimiz diğer alternatifmiş.

Atatürk Barajını görmeye doğru yolculuk.

ADIYAMAN – KAHTA – NEMRUD YOLU

Atatürk Barajı – DSİ 16. Bölge Müdürlüğü (Bir zamanların 16. Lejyonunu hatırlatıyor, onlar da bu bölgedeymiş!…)
2.000 personellik tesislere sahip bir yerleşim halini almış elektrik tesisi.

Tanıtım seansı: Tanıtımdan sorumlu adam, önce bilgisayardan perdeye projeksiyon yöntemiyle bize grafik ve istatistik bilgiler verdi. GAP, tamamen Türk mühendislerce yapılmış. (Bu bilgiyi galiba Gülgün verdi ama…) Daha sonra sorduğumuz soruları yanıtlamakta oldukça yetersiz kaldı. Sorularımız arasında, Fikriye Hanım’ın, Şanlıurfa’nın kanalizasyonundan Atatürk Barajı’na sızıntı olması söylentisi hakkındaki, benim GAP’ın örgütsel yapısı hakkındaki, ve kardiyolog Mefkure Hanım’ın bilinçsiz sulamanın önüne geçilmesi hakkındaki soruları vardı. Barajın ömrünü de merak ettik, ama soramadık. Kültürel miras ve içme suyu  konuları çözümsüz kaldı.
Seyir terasından bakış: Burada, tesisin içindeki salonda görülen maketin gerçeği tam karşımızda duruyordu. İyi bir seyir yeri bulmuşlar. Daha sonra barajın daha yakınına da gittik. Kontrol kapakları ilginçti.

Adıyaman’dan geçerek, Kahta – Nemrut’a doğru yolculuk.
(Hala Nemrut mu Nemrud mu diyeceğimi bilemiyorum…) Adıyaman şehri, bozulmuş ve sıkıcı görünüyordu, ama çevresi çok yeşil ve engebeliydi. Çevredeki kahverengi ova manzarasından çok farklı, yani.
Yolda Kommagene Krallığı hakkında bilgilenme: Greko – Pers kökenli. İskender’in doğu seferinde Persleri püskürtmesi. Yanlış yola girip yarım saatlik bir rötara maruz kaldık. Karakuş Tümülüsü’nün yanından geçtik. Yavaş yavaş yolu bulduk. Garip, kiç mimarili moteller geçtik.

Dağ moteline varış
Kendi  motelimize, Euphrat’a varınca, bir parça öğle sızışı (siesta) yapıp, sonra dağlara karşı terasta oturup tur grubu olarak karpuz sefası yaptık.
Joi ile dağ felsefesi yaptık. Dağların erişilmez olması, huzur vermesi, v.s.

Nemrud’a doğru minibüslerle yola çıkış
Giriş tesislerine kadar böyle gidiliyor. Harika görüntüler, göl, nehir, dağlar.

NEMRUD DAĞI

Giriş
Giriş tesislerinde para verip, Zeugma kitabına Joi ile 20’şer milyon TL bayıp (Özgen Acar daha sonra yine kazıklandığımızı söyledi – o kitap aslında promosyon olsun diye dağıtılıyormuş, Ankara’da..?), yukarı doğru zorlu tırmanışımıza başladık.

Tümülüse varış
Doğu terasına ulaştık, , sonra, kuzey kenardan geçerek batı terasına gittik. Doğu terasında, koca heykel parçaları arasında yavaşladık, seyre daldık. Antiokhos, Tykhe, Zeus, Apollo, Herkül (artı bunların Pers kökenli isimlerini de saymalı), aslan, kartal figürlerinin gövdeleri ve başları. Çok rüzgarlıydı. Batı terasında, ana – baba günüydü. Gürültü patırtı, türkü çığıran büyük güruh arasında, adı üstünde hierothesion mekanının kutsallığını bozan, alaturka bir atmosfer oluşmuştu. Aslan horoskobunun içeriği hakkında bilgilendik. Horoskopta gösterilen yıldızların o posizyona geliş tarihi ve saati, Antiokhos’un tanrılarla buluşma zamanıymış. Ayrıca, Tanrıların yalakası Antiokhos’un (!) el sıkışma sahnelerini gösteren steller.

Günbatımı
Günbatımını, yukarı çaktırmadan getirdiğimiz biralarımız ve sarma tütünlerimiz eşliğinde seyrettik.

Günbatımından sonra, akşam yemeğinde bangır bangır çalınan elektrosazdan kaçmak için bir an önce kendimizi öğleden sonraki terasa attık, orada yıldızların deli gibi gökyüzüne serildiğini gördük. Gerçekten heyecan verici bir şey olabiliyormuş.

İzlenimlerin tatlısertliği, yorgunluk, ve Joi – Gülgün – benim zifiri karanlıkta beliren yüzlerce yıldızlara baka baka dağ yolunda ilerlerken ayak bileğimi burkuşumun karma etkisi ile, gündoğumunu pas geçme kararı verildi. Midesi bozuk olan Ezgi de gitmekten vazgeçince, kafilemizi temsil edecek kimse kalmadı. Büyük bir hüsran içinde de değildik, her ne kadar minibüsümüze binen genç askerler, gündoğumunun daha güzel olduğunu söylemiş olsalar da..

24 Haziran 2001, Pazar

Dağ motelinden münübüslerle ayrılış

KAHTA – KOMMAGENE

Kommagene Krallığı kalıntıları.
Nemrud Dağı Milli Parkı içindeki diğer yerleri gezdik.

Arsameia. Yara karşı kurulmuş bir şehre benziyor. Kabartma steller, yine Nemrud’daki gibi el sıkışma sahneleri gösteriyor. Kült odasına tünelli iniş. Kocaman yazılı taş, yanında görkemli Herkül el sıkışma kabartması ayağa kaldırılmış. El sıkışma anlamında Yunanca ‘sağ’ kelimesinden türeme terim varmış – ‘deksios’.

Karakuş Tümülüsü: Kısa vakit harcadık. Roma zamanında talan edilmiş, içerideki mezar taşları Cendere Köprüsü’nün yapımında kullanılmış. Antiokhos’un karısı, ailesi, kızkardeşi (Pers kralı ile evli olup çocukları ile birlikte suikaste kurban giden Laodikeia) gömülü imiş. Üç çift sütun ve sütun başlarında kartal, aslan, boğa heykelleri dururmuş, şimdi sütunlar ya heykelleri ya da tamamı eksik halde. Biz sadece bir tane, kartal figürü sağlam olan sütun görebildik. (‘Karakuş’ ismi, belki de yerel halk tarafında bu kalan kuş heykeli nedeniyle verilmiştir!..)

Cendere Köprüsü: İmparator Septimus Severus tarafından 16. Lejyon’a yaptırılmış. Konumu, tam dar bir kanyon ağzının açılıp nehir havzasının başladığı etkileyici bir yer; burada yapıldığı için adı Cendere. Kenarlarda dört tane sütun varmış; Septimus Severus’un kendisi, karısı Domna, oğuları Caracalla ve Geta (?) için. Caracalla, kardeşini öldürüp onun sütununu kaldırmış. (Malum, kardeş kavgaları..!) Bugün üç sütunlu. Köprü tek gözlü, duvarları basamak basamak çıkıyor. İleride, nehir suyuyla araba yıkayanlar, ve kendileri yıkananlar var.

İleride petrol pompaları gördük. Bu bölgede petrol çıkarılıyor. Sema Hanım’ın eşi de petrol şirketinde çalışıp yıllarca bu bölgede kalmış, şimdi bağlantıyı gördüm.

Yolda bir yerde otobüsümüzle tekrar buluşma.

Gaziantep’e yolculuk
Yolda Özgen Acar’ın verdiği telefon numaralarını arayıp, Yusuf Yavaş’la görüştüm. Zeugma’daki kazı artık durdurulmuş, o da bir haftadır İzmir’deymiş.Örenyerinde görülecek bir yer kalmamış, mozaik ve diğer buluntular Gaziantep müzesindeymiş.

GAZİANTEP

Bize katılan rehber Özgür Bey’le, Mazıcıoğlu’nda turun en güzel yemeği yendi. Müthiş bir çorba.

Gaziantep Müzesi
Mozaikler, heykeller, diğer buluntular. Hırsızlardan öğrenilen mozaik taşıma yöntemi. Alt zemin yumuşatılıyor, yukarıya tutkal sürülüp bez konuyor, sertleşince halı gibi sarılıp götürülebiliyor. Amerika’ya 1960’larda kaçırılan, 1990’larda geri getirilen mozaik (= Metioks ve Partenape?). Amerikan müzesinde özel koruyucu bir sırla kaplanmış. Özgür Bey, bizim müzelerde böyle yöntemler kullanılamaması karşısında duyduğu burukluğu ifade etti. ‘Çingene Kız’, Okeanus ve Tykhe, Minos, Daedelus ve Ikarus mozaikleri. Müzenin donanımı pek iyi değil..! Yan tarafında yeni bir bina inşaatı, HP desteğiyle yapılan müze eki olacaktı galiba.

Zeugma’ya yolculuk
Yolda Gaziantep, Kilis, Nizip hakkında bilgilenme: Gaziantep Türkiye’nin altıncı büyük şehriymiş. 1 milyon nüfusu var. Türkiye’nin en büyük küçükbaş hayvan merkezi. Üç organize sanayi bölgesi varmış.

ZEUGMA

Baraj kıyısı boyunca bir süre yürüyüş. Roma villası. Çok etkileyici değil, ama baraj manzarası güzel, ve hayal gücü ile nasıl olmuş olabileceği hakkında hayal kurulabilir. Mozaiklerin çalındığı odaya pencereden bakış. (Resim) Bekçiden de yorumlar: medyanın şişirdiği gibi değilmiş, yani 3’te biri su altında kalmamış; sadece %1 kadarı su altında kalmış. Geri kalan, fıstık ağaçları altında, sit alanı olarak bekliyormuş. İstimlak hakkını kullanarak, devlet arazisine çevrilebilir ve kazılar sürdürülebilirmiş.

Havaalanına yolculuk

Aynı uçağa bizimle binen bir süperkonuk vardı: Sevda Demirel! Buralarda ne yapmaya geldiği sorusuna muzip ve muzurca cevaplar bulmaya çalıştıktan sonra, uçak havalandıktan sonra da, acaba bu irtifada silikon memelere n’olur, patlar mı, şeklinde seviyesiz ve eğlenceli esprilerimizi esirgemedik! N’apalım, insanlık hali. Kadın aslında endamlı ve karizmatikti. Yiğidi öldür, hakkını ver. Ama yanında gezen kırmızı pantolonlu, yakası kalkık siyah deri ceketli ve Grease filminden çıkma tarzda jölelenmiş saçları olan eşcinselimsi adam da ayrı bir atraksiyondu… Neyse, uzattık biraz..

İstanbul’da sevgi dolu ayrılış kucaklaşmaları ile İstanbul ekibinden ayrıldık.